Siyah
29 Haziran 2023 Perşembe
İçimdeki Melek
21 Mayıs 2023 Pazar
Melankoli Senfonisi III
3. Dans Edenler Deli Sanıldı, Müziği Duymayanlar
Tarafından
Hiç başlamadan şunu bir dinlesek ya, içimden
geldi: https://www.youtube.com/watch?v=nzSIDtQXImw
''Karşına çok güzel bir kız çıkıveriyo, huh.
Gözzlerinn tittremeye başlıyo. Soora birden başın dönüyo. Sora ne olluyor
dessiniz? Ayakların yerden kesiliyo, ağğaca çarpmışş gibi oluyorsun. Aklın
tamamen başından gidiyo, bu kadar''
Bu dizeler 3 yaşındaki benim seslendirmem ile
Bambi filminin bir bölümünün replikleri. Bilge baykuş, bahar gelince erkeklerin
başına geleceklerden bahsediyor. Bizimkiler bu sözlere burun kıvırsa da tek tek
düşüyorlar aşkın tuzağına. Bahar. Ne kadar romantik ve güzel olursa olsun
bahardan hep nefret ettim. Çünkü alerjim var ve bu, insanın vücudunda
başka bir hastalık daha istememesi için gayet haklı bir durum. Ama aşkın,
gerçekten en güzel baharda yaşandığını yahut daha doğrusu en çok baharda
başladığını da inkar edemem. Onlarca bahar şarkısı aklımdan geçmeye başladı
bile. Ama buraya öyle birini bırakacağım ki dinlemediğine gayet eminim; benim
kıymetli, ve beni okuyacak kadar hayattan bezmiş ve boşluğa düşmüş okuyucum. Al
kulaklarının biraz pası silinsin: https://www.youtube.com/watch?v=BBoqSOJtHr4
Dinlediğin zat-ı ali, büyük üstad Münir Nurettin
Selçuk. Konser de Turkiye'nin ilk açık hava konseri. Zannediyorum ismi,
şarkıları kadar ün yapamamış bu adam, Türk Sanat Musikisinin gelmiş ve gelecek
en büyük şahsiyeti. İsmini ilk Bülent Ersoy'dan duymuştum. Bir ara dizi
izlemekten sıkıldığım bir dönem Bülent Ersoy kavgalarına sarmıştım. Kendisi
ciddi ve müzikten konuştuğu hemen hemen her sohbetinde Münir Nurettin
Selçuk'tan şu şekilde bahseder. ''Vallahi mezardan Münir Nurettin kalksa...''
Onun dilinde neredeyse bir atasözü kıvamı kazanmış bu sözün değerini şimdilerde
anlıyorum. Ben burada niye yazmakla vakit harcıyorsam. Şurayı izle gel: https://www.youtube.com/watch?v=33CHZ1ZYw9w&t=446s
Armağan Çağlayan ne gereksiz bir şahsiyet ya. Ama
günümüz televizyoncularına bakınca mumla arıyoruz onu bile. Ne anlatıyorum ben?
Heh, bahar ve tabii ki aşk. İlk aşkımı anaokulunda tanıdım. Sude. Ama onu
Şirinler sınıfının öğretmeni Ayşegül ile aldatıyordum. Küçükken milf seviyordum
hehe. Sude'ye olan aşkım o kadar büyüktü ki. Öğlenleri uyku saati olurdu.
Uykudan doğdum doğalı nefret eden ben, bu uyku saatinin mantığını hiçbir zaman
anlayamamış ve hiçbir zaman da uyumamıştım. Okulun tek erkek öğretmeni olan
Abdullah hoca çok kızardı bu yüzden. Küçükken birilerinin ki özellikle anaokulu
öğretmeninizin kızması, insana çok tesir ediyor. Bu uyuyamama mevzuusu içime
dert olmuş ve travmaya dönüşmüştü. Sonra bir gün öğretmen yataklarımızı
değiştireceğimizi söyledi. Ben içimden: ''Nolur Sude'nin yatağına geçeyim,
belki onun kokusuyla uyuyabilirim'' diye geçirmiştim. Hakikaten onun yatağını
bir şekilde allem kullem ederek ele geçirdim. Ama çarşafların yıkanacak olması
gerçeğini unutmuştum. Sude de kokusu da tarih oldu. Mustafa diye bir piçin
yanında dolaşmaya başladı Sude. Ben de kızlara küstüm. Takdir edersin küslüğüm
o kadar da uzun boylu devam edemedi. Mahallede evcilik oynadığımız Ceren'e olan
aşkımı da annesine şu şekilde ilan ettim: ''Ceren çok açık şeyler giyiyor,
günah. İnsanda biraz edep olur!'' Yaşımın 5 olması dışında pek de bir problem
yok demek isterdim de biliyorsun güzel kardeşim, bu durum ülkenin en büyük
problemi. Tabii ki de ben bu sözleri kendi akıl havuzumdan süzüp telaffuz
etmedim. Evdeki babamdan, mahalledeki bir ağabeyden, haberlerdeki bir tecavüzcü
orospu çocuğundan işittiğim sözlerdi bunlar. Sevgi, elbette kıskançlığı
doğurur. Ve kıskançlık yadsınamaz bir şekilde sevginin en büyük kanıtıdır. Ama
bu kıskançlığın dozu, ''ya benimsin ya kara toprağın'' boyutuna ulaşınca, ne
yazık ki bazı şeyler için çok geç kalınmış olunduğunu hissediyorsun. Burada
tabii ki bu konuyu anlatmayacağım sana sevgili okuyucum. Bu yazının buralarına
kadar dayanmış olman bile ne kadar yüksek bir medeniyet seviyesi taşıdığını
ibraz ediyor. Ama şunları söylemeliyim. Bu orospu çocuklarına, sadece küfür
edip aramızda lanetler okumaya devam ettiğimiz sürece hiçbir şey değişmeyecek
bu ülkede. Ülkeyi terk etmek, bir daha gelmemek gibi rasyonel kararların varsa
tabii ki çok büyük bir anlayışla saygı duyuyorum. Ama eğer burada yaşayacaksan;
burayı düzeltmek senin ellerine bakıyor. Ben de milletvekili adaylığımı
koyuyorum sanki amınakoyayım neyin tatavasını yapıyorsam. Ne bok yersen ye bana
ne.
Ceren ve annesi benim bu sözlerime götleriyle
güldüğü için, aşka tekrar küstüm; yaklaşık bir iki ay kadar. İlkokulda bizim
sınıf özel eğitim sınıfı gibiydi. İnsanların görünüşleri ile dalga geçmiyorum
burada ama; bir gerizekalıyı gördüğünde tipinden anlarsın ya gerizekalı
olduğunu. ''Özel eğitim sınıfları gerizekalı mı?'' Hayır benim öküz kardeşim
bir sus bir dinle. Yani bir insan profili vardır. Gözlerin biri büyük biri
küçük, ağzın kenarından salya akmış.( O da salya değil kalan son birkaç ml
beyin sıvısı zannımca). Bildin di mi o çocuğu, kızı? Bizim sınıfın tamamı
bunlarla doluydu. Bütün köylüler, bütün taşımalılar da bizdeydi. Taşra
insanıyla ne yazık ki dalga geçemem, ben de öyleyim çünki. Ama güzel kız yoktu
işte amınakoyayım oh. Bu işte. Yan sınıf ise. Hep zengin, doktor avukat çocuğu,
daha anne karnında ingilizce öğrenmeye başlayan piçlerle dolu. Orada bir kıza
aşıktım. Hatta iki. Bak bu cümleyi şu an kursam ben de inanmam kabul ediyorum
da gerçekten ikisine de aşıktım. İkisine de olan aşkım eşit ve gerçekti. Bir
gün ortak bir beden dersinde bunlar voleybol oynarken melül melül izledim ve
kendi içimde şu çatışmayı yaptım. ''Bak Yemliha. Böyle olmaz. Bir karar vermen
gerekiyor. Hangisi?''
Bahsi geçen kızlar Elif ve Cemre. Elif süt beyaz
tenli, gözleri biraz irice ve çalı süpürgesi gibi çarpık bacaklara sahip annesi
köyün(köy diyorum ama ilçe, ben Istanbul hariç her yere köy derim) en iyi
kuaförü olan gayet güzel ve belki biraz da alımlı bir kızdı. Cemre için
özellikle bir iltifatta bulunmama lüzum yok. Esmer ve kıvırcık olması, beni can
evimden vurmaya çoktan yetmişti.
Elif'in bütün cazibesine karşın, esmer Cemre'yi
seçtim gönül kapımın numarasına. Sanki ikisi de halihazırda beni bekliyormuş
gibi davranmam her ne kadar acınası olsa da kardeş, hayal kurmak da para ile
değil elbet. Yıllar geçti. İşte matbaanın geç gelmesi, tevhid-i tedrisat
kanunu, 4+4+4 sisteme geçiş derken; ortaokulda yeni bir okulda, yeni sınıflara
yerleştik. Artık Elif'le aynı sınıftaydık. E gözden uzak olan gönülden de
demişler. Cemre'yi kalbimin derinliklerine gömdüm. Elif daha beni görmeden
friendzone'a almış olacak ki kankeytodan, biradere kadar bilimum bütün
arkadaşlık bildiren iğrenç sıfatları üzerimde kullanmaya başladı. Daha ben
kendimi bile ifade edemeden hayırlı olsun bff olmuştuk bile. Günden güne ona
olan aşkım artsa da bunu kendisinden gizlemek için elimden gelen bütün çabayı
gösteriyordum. Eh cemaat yurdunda kızlarla nasıl konuşmamamız gerektiğini pek
güzel öğretmişlerdi. Söylenilen her şeyin tersini yaptığım anda bütün kızların
en sevdiği arkadaşı oluveriyordum. Elif sırada otururken bütün çantamı,
kalemliğimin içlerini, uç kutumun kapağının altına kadar her şeyi kurcalardı.
Kurcuk kız derdim ona, ehe. Bu huyunu bildiğim için ben de günlüğüme Cemre'yi
sevdiğimi yazmıştım. Neden? Hemen anlatıyorum. O yaştaki kızlarda( eğer
gelişimini tamamlayamadıysa daha sonraki yaşlarda da) görülen bir rahatsızlık
vardır. ''Professional Idiotic Friendzone Reaction''. ''Mesleki Gerizekalı
Arkadaşlık Reaksiyonu'' Türkçe'ye ''beni değil başkasını sev, canımı ye, hadi
kardeşim başka köye'' şeklinde de çevirebileceğimiz bu hastalık şudur. Bir
hatun kişisi, kendinden başka bir kızı sevdiğinizi belirttiğinizde ''ayy çok
tatlıı, ne kadar romantiksin'' derken; aynı sevgi kendisine ilan edildiğinde
sanki cinayet işlemişsiniz gibi suratınıza bakıp aklına gelen olanca küfrü
ediyorsa o hatun kişisinde mesleki(öğrencilik) deformasyon sonucu kendi
beğendiği erkekler hariç diğer herkesin ona olan hislerini sapıkça, ahmakça ve
gerizekalıca(idiotic) bulmaya meyil etmesini sağlayan bu hastalık vardır. Ama
söylediğim gibi; kendisi dışında birine olan aşkınızı belirttiğinizde bunun
üzerine konuşmaktan ve hatta gidip açılmanız için size destek vermekten büyük
mutluluk duyar. Neyse ben Cemre'yi sevdiğimi yazdım günlüğe, bu hanımefendi de
okudu. Ve tabii ki çok kısa bir süre içerisinde Cemre'ye gidip her şeyi
anlattı. Ben hiçbir kızın beni sevmeyeceğinden emin olduğum için benimle
konuşmaya gelen Cemre'den, KOŞARAK kaçtım. Küçükken sorunlar ne kadar kolay
hallediliyordu. Bir yerde olmak istemiyor musun, koşarak kaçabiliyordun.
Cemre'de bu hastalık yokmuş ki (varsa da babası doktor olduğu için tedavi
etmiş) okul çıkışı beni kıstırıp eve beraber yürümek ister misin, diye sordu.
Ben bunun, hayatımdaki ilk ''çıkma'' olacağını nereden bilebilirim? Beraber
yürüdük, gayet tatlı muhabbet, gülüşme falan derken bir anda bunun ayağı kaydı
ve yere kapaklandı. Ama bak. Böyle bir düşüş yok diyorum sana. Karşında cumhurbaşkanı
bile olsa (ki cumhurbaşkanının en ufak cümlesi bile benim kahkaha atmama sebep
oluyor) gülmeden durman imkansız. Benim ağzımdan çok istemsiz bir ''pıp''
çıktı. Tutamadım imkanı yok. ''İyi akşamlar Yemliha'' dedi ve sinirle
uzaklaştı. Daha sonra Elif'ten duydum. Ben düştüm bana güldü demiş. Ya. Of
Cemre ya. Biricik aşkım. Belki o an gülmesem şu an boy boy çocuklarımız
olacaktı. Elif'e de o an itiraf ettim. ''Güldüm çünkü ben seni seviyorum, ona
umut vermek istemedim'' https://youtube.com/shorts/JQ5cG9Xjd08?feature=share
''Cemre gitti bari Elif'i kaçırmayalım''
minvalindeki bu yalan (yalan denmez aslında, kendimi de kandırmıştım çünki)
karşı tarafta bir bok görmüş edası yarattı. ''Sen nasıl beni seversin, sen
benim kardeşimsin, buna bana nasıl yaparsın, allah belanı versin, çabuk defol
yoksa kafanı kırarım'' şeklinde cümlelere maruz kaldım. Şimdi olsa ''tamam
bacım sikmedik, allaha emanet'' diyerek uzaklaşacak olsam bile o zaman yatağıma
gidip hüngür hüngür ağladım ''ne allaahın cezası herif mişim ben'' diye, şekil
A'da görüldüğü gibi.
Pazarda pirinç ararken evdeki bulgur da gitti, develer tellal; pireler
berber oldu, olan yine bana oldu senin anlayacağın. Elif beni, benim kurduğum
gruptan attı. HAYBE. Hatice, Aylin, Yemliha, Beyza; Elif. Tek erkeğin ben
olduğu detayını atlamayalım hehe. Sonra piç Şükrü'yü aldılar gruba, adları da
AŞHEB oldu. O ne amınakoyayım, yemek dağıtan sivil toplum örgütleri gibi. Ben
olsam HABEŞ koyardım soktuğumun maymunları sizi, size o müstehak.
Bu bahsi geçen hikaye 6. sınıfta oluyor. O zamana kadar aşık olduğum
kızların yerine hemen bir yenisini bulan ben, ilk defa aşk acısını gerçekten
tattım. Eş zamanlı gelişen şiir serüvenimle Elif'e şiirler yazmaya, ve
Facebook'tan 12. hesabımdan( ben yenisini açtıkça engelliyordu) Elif'e atmaya
başladım. Paragraflar yazıyordum. Bildiğim bütün söz sanatlarını kullanıyordum.
Cevap bile vermiyordu. Anlamıyordum. Seni seven birini nasıl sevmezsin ki? Seni
seviyorum diyorum ya, bundan daha büyük bir cümle var mı? O zamanlar birinin
beni sevmesi için çok şey verebilirdim. Elbette bu düşünce yanlış, çünkü sevgi
içten gelir ve sebepsizdir. Kimseyi sevmek zorunda değil hiç kimse, sırf onu
seviyor diye. Ama yalnızca bu sebeple ona kötü davranmak kırıcıydı o zamanlar.
Hâlâ öyledir zannımca.
Melankoli Senfonisi II
2. Harpler
Şâirsizlikten Çıkar.
Şiirle her zaman alakadar oldum. Okuma yazmayı
yine çok kıymetli babacığıma borçluyum ki 4-5 yaşlarında öğrendim. Babam her
daim okurdu ve bu okuma aşkı bana da sirayet etti. Zaman zaman bunun haklı
buhranlarını yaşasam da bu durumdan oldukça memnun olduğumu söylemem gerek. Çok
erkenden cümle okumaya ve yazmaya alışınca, normal ve sıradan cümlelerden
sıkılmam diğer insanlara nazaran daha çabuk oldu. İçerisinde bulunduğum yoğun
Arapça eğitimiyle birlikte kelimelerin temel anlamlarından daha etkili olduğunu öğrendim mecaz
anlamlarının. Bu soyut manalar insanın içerisini ürpertse bile tatlı bir eda
yayıyor çehreye kulağa hoş geldiği ve büyük bir gizem uyandırdığı için. Kelime
dediğimiz kavram o kadar güçlü ki. Kelimeler birleşip kelamı, ve kelam da güzel
bir laf ustasının elinde akıllara durgunluk verecek kudrete sahip olan hitabeti
oluşturur. Öyle bir yere varır ki ne söylediğinden ziyade nasıl söylediğin
kıymete biner. 2. bölümde anlatacağım hayatımın en garip dönemlerinde bir kitap
okumuştum. Bir Satanistin Anıları.
Kitabın kapağını kapattığım anda dünyam başıma yıkılmıştı. Kitap o döneme kadar bana öğretilenlerin neredeyse tamamını yalanlıyor ve aksine bir hüküm veriyordu. Normal şartlarda özellikle de o saf ve masum yaşlarımda böyle palavralara inanmam imkansızdı. Karşıma birisi geçip söylese onu sopayla kovalar öldürmeğe kalkardım. Ama kitap o kadar güzel yazılmış ve o kadar usta bir üslup ile okuyucuya seslenmişti ki(en azından o yaştaki benim için böyleydi) yazılanların aksini iddia etmek imkansız görünüyordu. Dünyanın en saçma kelimesi; eğer doğru kişinin ağzından, doğru bir ses tonu ve doğru bir biçimde söyleniyorsa o kişi o dediğine herkesi inandırabilir belki de. Dinlerin tamamı bu şekilde yayılmıştır. Hayatında hiç yalan söylememesi ile bilinen ve toplumda nispeten değeri olan bir insan, arapça gibi edebiyatı çok büyük bir dilde, davudi bir ses ile bir gün bir tepeye çıkabilir ve insanlara dün bana bir melek göründü diyebilir, ve şu an benim sırf oruç tutmadığımı anlayıp bana kızmasınlar diye gündüzleri ailemden gizlice yemek yememi sağlayabilir. Ve bu öylesine bir kelebek etkisi ile gelişen olaylar silsilesi değil, etraflıca düşünülmüş, iktidar ve güç için insanların ne yalanlar söyleyebileceğinin tam anlamıyla kanıtı olan büyük bir komplodur. Kitle manipülasyonu her zaman mevcuttur. Arkadaşlarının arasında ''o anlatsın o çok iyi fıkra anlatıyor'' denilen çocuk da bu güce sahiptir, ''valla beni kimse sikmedi, ne oldu anlamadım, bir anda hamile kalıvermişim'' diyen Meryem de. Bu tarihin her anında olan yalancılar ve usta laf cambazları, bilimin de sanatın da; akılcının da sanatçının da her zaman düşmanı olmasına ve kayda değer dünyaya hiçbir yararları olmamasına rağmen; dünyanın sonuna kadar azra, bakire ve dürüstlük sembolü olarak kalacaklar. Bu; kelimenin, kelamın ve işte hitabetin gücüdür. Buna karşı çıkmak da manasız ve çocukçadır. Dünyada daha iyi yalan söyleyenler ve daha fazla dümen çevirenler her zaman daha iyi yerlere gelirler ve bunun için de pek tabii insanları kullanırlar. Eğer dürüst bir insan olursanız, anneniz başınızı okşar belki sözde yalana tahammülü olmayan sevgiliniz sizi daha çok sever. Ve belki de şanslıysanız şirinleri görebilirsiniz. O kadar. Bu sözlerime ben de karşı çıkmak ve katılmamak istiyorum. Ben de dürüstlüğümle övünmek ben de göğsüme vura vura : ''Ben Anadolu çocuğuyum! Yılandan korkmam, yalandan korktuğum kadar!'' demek istiyorum. Ah Kayahan ah. Bu şiiri de bırakayım buraya belki dinlersin. İboyu dinleme lütfen sadece Kayahanın mimiklere dikkat etmeni istiyorum. https://www.youtube.com/watch?v=EsiroxDjFZk&t=226s . E lafı geçmişken kısacık Kayahan'dan da bahsetmeli. Şarkılarını burada övecek değilim, isteyen merak eder dinler, hepsi birbirinden güzel. Ama has dürüstlük, enfes bir ses ve laf aramızda adamakıllı bir yürek sahibi kendisi. Ezelden beridir yalanı öven ben, böyle insanlara denk geldikçe çocuk gibi seviniyor, dediğim her şeyi unutuyor ve dünyaya aşkla bakmaya başlıyorum. Ey Kayahan, senin benim bu dünyaya dair umutlarımı yeşertmeye ne hakkın var be adam? Neyse içimdeki twitter adam coştu. Böyle her konuda öte beri bir fikir sahibi olan ve bu bağlamda gevezelik etmeyi sürekli, çok seven ben; zaman zaman kendimi Kayahan ile uyarıyorum. Çizmeyi Aşma! Şu röportajın atacağım bölümündeki hikayeyi dinle. Pek favkalade veya olağanüstü bir şey değil ama niyeyse beni derinden etkilemişti ilk seferimde. Kendisine Enver Aysever tarafından siyasi bir soru yönetilen Kayahan'ın cevabı.( Bu nasıl bir cümle amınakoyayım pazar magazini miyim ben?)(Enver Ayseverin de ayrı amına koyayım da nefret ederim isminden cisminden ama çok küfür ettim yeter) https://www.youtube.com/watch?v=Re2HrJEG758&t=996s
Bir ülkede siyasetçiler siyaset konuşmuyorsa,
eğitimciler eğitime dair bir şey söylemiyorsa, hukuk adamları hukuğun içinden
geçiyorsa, din adamları 13-14 yaşlarında erkek çocuklara tecavüz ediyorsa. Yani
hiç kimse kendi işini yapmayıp bir de üzerine hiçbir açıklama yapma gereği
duymuyorsa; bu tarz soruların sanatçılara ve özellikle gençler tarafından örnek
almak istedikleri şahsiyetlere sorulması çok normal. Celal Şengör'ün jeoloji dışında
üstüne vazife olmayan her şeyi konuşması ve üstüne üstlük bütün bu
söylediklerinin hepsinde de olağanüstü bilgili ve hakim olması ancak bu ülkede
kabul görülür bir durum. Okan Bayülgen'in oyuncu, televizyoncu, fotografçı,
sinemacı, seslendirmen, yönetmen, yazan ve daha bir sürü şey olması ve aynı
zamanda bütün çirkinliğine rağmen defalarca seksi erkek seçilmesi de aynı
şekilde şaşırtıcı bir durum ama konumuzla alakası yok sanırım. Okan Bayülgen'e
aşığım ama şimdi fangirllük yapmak istemiyorum. Hadi çok goygoya sarmadan
toparlayalım daha hikayeme girmedim bile. İşte bu kelimelere yüklenebilecek
anlamların gücünü bilinçli veya bilinçsiz anladığımda şiire merak sardım.
Babamın gençliğinde bir kaç satır karaladığını da biliyordum. Annem için
yazmış, çok aman aman olmasa da beğenirdim o zamanlar. Hadi dalga geçmeyeceksen
seninle de paylaşayım:
Dayım sordu
yolda, ''ne düşünüyorsun dayım?''
''Ne bileyim''
dedim ''dayı''. ''Daha henüz yoldayım''
Ba ba laflara bak tunç kafiye falan yapmış. Neyse
işte babam yazarmış önceden. Ama asıl sülalenin şairi amcam idi. Faruk Ateş.
Gidip bakın var şiirleri google'da. Ben hiçbir zaman açıp da okumadım, pek bir
şeye benzediklerini sanmıyorum. Kendimi beğenmişlikten değil. Sadece içerisinde
bulunduğumuz cemaat baskısı yüzünden bizim sülaleden kimsenin gerçekten hür ve
bağımsız, kaliteli bir sanat eseri çıkaracağına inanmam. Ben de o dönem deli
gibi şiir okumaya ve ara ara yazmaya gayret ediyordum. Takdir edersin ki benim
de yazdıklarım allah muhammedden öteye pek geçemiyordu. Okul müsamerelerinde
okumaya başladım. Yalanım yok iyi okurdum. Küçüklükten beridir camiide hutbe
okuduğum için sahne çok da farklı gelmiyordu camii minberinden. Asıl patlama
bir Türkçe dersinde meydana geldi. Murat diye bir öğretmen. Çok kabadayı ve
bilmiş bir edası vardı her zaman derslerinde. Çok iyi birisi olmasına rağmen
kimseye iyi davranmazdı derslerde. Bu da eski öğretmen kafası, otorite problemi
çekmemek için. Çünkü ortaokul veledi en ufak bir iyi niyet belirtisinde sınıfta
savaş çıkarabilir. Bir gün geldi ve bir şiir yarışması olduğunu açıkladı. Ben
ilk vakit okumak sandım ve heyecanlandım çünkü yazmam okumam kadar iyi değildi.
Sonra yazılacağını anladım. Konu da iğrenç. Bak güzel kardeşim. Şiirin ve hatta
sanatın tek bir konusu vardır. Aşk. Bunun dışındaki diğer türler aşka olan
yakınlık türlerine göre ayrılır. Ama ''Dünya Pilotlar Günü'' ne nasıl şiir
yazayım ben amk. O zamanın yarışmaları hep öyleydi. ''Küresel Isınma hakkında
şarkı'', ''Kızlarsoruyor üyelerinin de insan olduğuna dair makale'' hehe. Neyse
o zaman da konu ekmek israfı. Ekmek israfına nasıl şiir yazılır, yazılmaz. Ama
ben birilerinin oyununa geldim, gazla da çalıştığım için bilirsin, dedim
yazayım. Beynimi o kadar kullanmadım ki yazarken, 10 dakika falan sürdü. Formül
şu: İktidar kim, akparti. O zaman daya ya allah muhammed, araya iki tane ekmek
kelimesi sok, geri kalan da osmanlıca kelimeleri döşe, tamam. Aha ortaya çıkan
eser:
''Ey yaratıldığın topraktan çıkana ihanet eden
insan,
Kaldı ki bir parça ekmeğe muhtaç olacağın o
muhteşem an,
Sanıyor musun ki yine edebileceksin Allah'a
isyan,
Ne olur şefaatçin olan ekmeğe saygılı ol''
Az önce babamın şiiri ile dalga geçtiğim için özür
diliyorum. Ya şu şiir var ya. Sadece şu şiir bile nasıl yetiştirildiğimin bir
özetidir. Ya kardeşim anladık ekmek israfı tamam da. Allah ne alaka amk. Ama
işte ekmeğe şiir olmaz dedim ben. Şimdi olsa da ne yazacağımı bilemem. Tarla
buğday başak falan derim sonra yağmurun yağışı, bu yağmuru da biri yağdırıyor
bakın falan derken gene allaha bağlanır. Başlığını unutmuştum görünce tekrar
güldüm. Aşikar Kayıp. Bah hele. Fen öğretmenim elinde şiiri tutarak babama
şöyle demişti: ''Sadece şu başlık bile Yemliha'nın ne kadar derin ve ilmi bir
zekası olduğunun ispatıdır.'' Siktiğimin hayatlarında kitap okumamış cahilleri
sizi. Hadi bizim köyü anlıyorum onları kandırdım tamam da ilde birinci oldu
şiir amınakoyayım. Bütün Aydın mı gerizekalı? Şiiri birinci yapan içeriği değil
bu kadar arapça kelimenin 7. sınıf bir velet tarafından yazılmış olmasıydı.
Normalde 3 kıta yazmıştım o derste. Ertesi gün hoca çok alakasız başka bir
öğretmenin dersinde sınıfa girdi ve beni dersten aldı. Karşısına oturttu tenha
bir yerde. Bunu sen mi yazdın dedi. Evet dedim dün derste gördünüz ya önünüzde
yazdım. Kağıdı verdi elime şimdi bir kıta daha yaz bakalım gözümün önünde dedi.
Hemen yazdım eline tutuşturdum. Hadi dersine dedi neredeyse kızarak ve beni
yolladı. Okul bitip eve döndüğümde evde bayram havası vardı. Annem kucaklarla
karşıladı, babamın gözlerinin içi gülüyor. Meğer şiir ilçe şube müdürüne
ulaşmış. O şiiri benim yazdığıma inanmayıp özellikle hocaya gözünün önünde bir
kıta daha yazdırmasını tembihlemiş. Benim yazdığım netleşince babamı arayıp
tebrik etmiş ve benimle hususi görüşmek istemiş. Babam da şiiri okumuş. Anneme
bir övüyor beni. Gururla, ihtirasla. İşte bizim çocuğumuz, işte bizim dölümüz,
işte o yıllarca hayalini kurduğumuz Yemliha! Ben apar topar şube müdürünün
yanına gittim, çünkü bu ilgi ve mutluluktan hafif sarhoş olmuştum. Milli Eğitim
binasına girince etrafa mal mal bakmaya başlamıştım ki orada bulunan çaycı
''Şiiri yazan çocuk siz misiniz?'' dedi. Evet anlamında kafamı salladım. Bana
şube ve milli eğitim müdürünün beklediğini söyledi ve gideceğim odayı tarif
etti. ''şiiri yazan'' demişti, ''şiir yazan'' değil. Demek ki çaycı bile
şiirimi okumuş okumadıysa bile haberini almıştı. Ben alelade şiir yazan bir
çocuk değildim onun için. ''O'' şiiri yazan çocuktum. Koridorda yürürken
aklımdan bunlar geçiyordu. İçeri girdim. Beni hemen tanıdılar. Milli eğitim
müdürüyle evvelden tanışıyorduk çünkü cemaati severdi. O beni şube müdürüne
takdim etti ilginç bir şekilde. Şube müdürü rütbesi daha düşük olmasına rağmen
ondan daha kıdemli ve daha saygın gözüküyordu. Avni Bey. ''Gel bakalım Yemliha,
seninle hasbihal edelim'' dedi. Ve gözlerimin içine bakarak ekledi: ''Hasbihal
ne demek?'' ''Konuşmak, muhabbet etmek zannediyorum efendim'' dedim.
Dudaklarını büzerek daha da yakından baktı. Ve resmen sözlü sınav veriyormuşum
gibi hissetmeme sebep olacak şekilde o veya bu bahaneyle bir sürü arapça,
farsça, osmanlıca kelime sordu. Hepsine cevap verdim zira test olarak sorduğu
bu kelimeler bizim cemaat yurdunda birkaç ay kalmış olan birisi için bile
alfabe sayılırdı. Gerçekten bildiğimi görünce yüzündeki bütün şüphecilik
çekildi. Bir anda çok merhametli ve sevecen bir tavra büründü. ''Mahlasın ne?''
dedi. Olmadığını, henüz o kadar şiir yazmadığımı söyledim.(Mahlas= Şair
Nickname'i). Mahlas olmadan olmazmış, kendi mahlası andalipmiş(bülbül) falan
filan konuştu ve bana isim verdi. ''Simurg''. Geçmişe dair neredeyse her
alışkanlığımı hatta ismimi bile değiştirmiş olsam bile bu mahlası severim ve
hala imzalarımı bu şekilde atarım. Eve gidip babama bütün bunları gururla
anlattım. Babam tekrar aradı Avni Bey'i ''Bizim yurdun adı da aşiyan(bülbül
yuvası) olacaktı, madem ki siz de andalipsiniz(bülbül) lütfen yurdumuza
bekleriz''. Ah baba sen yok musun. Bu olayla birlikte Avni Hoca yurtta
talebelere bedava edebiyat dersi vermeye başladı. Bütün bunları neden anlattım.
Gel bir şarkı, sigara molası verelim birazdan söyleyeceklerim benim için bile
ağır. Bu müthiş huzurlu Hüsnü Arkan şarkısı ile başbaşa bırakıyorum seni. Ama
dalıp gitme sözlerim bitmedi çünkü. https://www.youtube.com/watch?v=ZaGnh35weo4
Gel bakalım güzel arkadaşım. Yakınlarda çok taze
bir olay yaşadım ve etkisi üzerimde. Öncesinde biraz daha o zamanki Yemliha'dan
bahsedelim, buraya bağlayacağım. Kulaklarını iyice aç. Şöyle bir baktığımda,
aslında bunları yazarken kulaklarını açması gereken asıl benim. Çünkü henüz tam
olarak sindirebilmiş değilim. Küçükken Sarayköy'de yaşamıştık bir dönem. Yurdun
yanında lojman vardı. Babam sabah yurda gider, akşam dönerdi. Ben babama aşık
ve haylice yaramaz olduğum için sürekli evden kaçar önce babamı ziyarete, daha
sonra çarşıdaki parka giderdim. Ali Kuşçu parkı. Eve epeyi uzaktı ve 4 yaşında
olduğum için annemden her seferinde hatrı sayılır bir dayak yiyordum. Annem
çözüm olarak kapıyı kitlese de anahtarı muhakkak bulurdum. O gün öyle olmadı.
Anahtarı bulamadım. Biraz pencereden dışarıyı seyretmek ve özgürlüğe en azından
uzaktan bakmak istedim sinirle. Daha sonra da televizyon izlerim diye
düşündüğümü çok net hatırlıyorum. Pencereden sarkarken, düşsem ne olur aşağı
kata tutunabilir miyim gibi çocukça hayaller kuruyordum. Ama hayaller gerçek
oldu. Ben daha ne olduğunu bile anlamadan daha 3 gün önce yapılmış betona çakıldım
5. kattan. Acı çektiğimi nedense hiç hatırlayamıyorum. Ama çığrınırcasına
ağlamaya başladım, sanki o an öyle ağlamak gerek olduğunu düşünüyordum. Anne
diye feryat ederken, annem de yokluğumu hemen fark edip evin içinde beni
arıyormuş. Buradan sonrasını annemin ağzından biliyorum. Çok yaramaz olduğum
için gürültü çıkarmadığı hiçbir an olmayan bu çocuğun bir anda sessizleşmesi
annemi şüpheye düşürüyor. Bana bakmak için odaları geziyor yokum, kapıyı
kontrol ediyor hala kilitli. Düştüğüme ihtimal verdiği için değil, sadece
refleks olarak açık camdan aşağı bakma gereği duruyor. Ben, parmak kadar çocuk,
elim yüzüm yeni betonun tozuyla bembeyaz olmuş, ona bağırıyorum. Tamamen
bilinçsiz bir şekilde merdivenlerden inmeye başlıyor ama ne yaptığını bildiği
için değil, beyni öyle yapmasını emrettiği için. Ancak orta katlardan birine
geldiğinde ne olup bittiğinin farkına varıyor ve yeri göğü inletecek şekilde
bağırıyor. Çocuğum düştü, evladım düştü! Yardım edin! Ben çığlığı ve arkasından
çıkan gürültüyü, kapı çarpmalarını, hızlı hızlı nefes almaları, insanların
birbirine bağırmasını ve gitgide artan ayak seslerini duyuyorum. Beni
kucaklayıp hızlıca bir arabaya bindirdiler.
Gözümü açtığımda sol dizime bir demir geçirip
bacağımı asmışlar. Dizim kırılmış. Birkaç küçük yara bere haricinde de pek bir
şeyim yok. Mucize dedi başıma toplanan bütün akrabalar. Melekler korumuş diye
fısıldadı kimisi. Babam o esnada hatim okuyormuş o yüzden kurtulmuşum yine bir
başkasına göre. Amcam bana bir oyuncak melodika almış nereden akıl ettiyse.
Tuşlara basar eğlenirim diye. Babam bir kağıda notaları yazıp tek tek her tuşun
üzerine bantla yapıştırdı. Babam ne çok şey biliyordu. Sahi babam, notaları
nereden biliyordu? Hayranlıkla seyrediyordum o bunları yaparken. Sonra birkaç
şarkı da öğretti bana çalmam için. Doo do re mii mii re do re mi doo. Neşeli ol
ki genç kalasın'mış bu. Sonra ''dalda duran 3 elma''. Ve ''Ankara'nın taşına
bak''. Sonra yine bir gün bir hediyeyle gelmiş hastaneye. Bir kasetçalar. Ama
aynı zamanda hem radyo hem de fener. Vay be. Bir tane de kaset almış. ''Çocuk
Korosu''. Hastahanede kaç gün kaldık hatırlamıyorum ama sabahtan akşama bu
kaseti dinlerdim. İçindeki hiçbir şarkıyı doğru dürüst hatırlamıyorum ama bir
tanesi var ki. Demek ki onu daha fazla sevmiş ve dinlemişim. Bir ninni
niteliğinde, hicaz makamı, mükemmel bir eser. Al buraya koyuyorum, yatmadan
önce mutlaka dinlersin. Büyüleyici bir güzelliği var bu ninninin. https://www.youtube.com/watch?v=u9q0CyB8CSg
Bir büyüsem, tıpış tıpış bir yürüsem.
Zannediyorum o zaman yürüyemediğim için bunu çok sevmiş olacağım. Zaman geçti.
Ben büyüdüm. Günden güne babama ve kasetlerine ilgim artmıştı. Orada duyduğum
her şeyi söylemeye, taklit etmeye kalkardım. İşte o anlarda, babamdan hiç
görmediğim bir soğukluk işitirdim. Ya doğrudan doğruya kızar ve söyleme diye
bağırır ya da dolaylı biçimde kargalar sussun gibi kinayeli laflar ederdi. Hep
böyle oldu ve ben buna hiç anlam veremedim. Gittiğimiz mevlütlerde bile ilahi
okumama izin vermez çok ısrar ettiğim halde kendisi de okumazdı. Kendi kendime
söylemeye çalışsam bile dalga geçerek şevkimi iyiden iyiye kırardı. Ne kadar
düzgün okuduğumu düşünürsem düşüneyim, noktasından virgülüne mutlaka bir hata
bulur ve herkes becerebildiği işi yapsın derdi. Mükemmel becermiyordum, hatta
iyi bile sayılmazdım şarkı söylemekte ama bunları da duyacak kadar fena
olduğunu zannetmiyordum. Bu konuda bu kadar kat'i ve kaba olan babam, iş az
evvel anlattığım şiir mevzusuna gelince ise tam tersi bir mizaçta beni göklere
çıkardı. Övmeleri bitmiyor ve bütün akrabalara ve tanıdıklara benim bu
maharetimden bahsediyordu. Oysa ben çok iyi yazdığımı bile düşünmüyordum. Hem
babam bana notaları öğretti. Bana bildiğim bütün eserleri, ezgileri öğretti.
Bana dinleyeyim diye radyo aldı. Ne oluyordu? Anlam veremiyordum. Ta ki geçen
haftaya kadar.
Ders çalışmam gereken bu dönemde bir gün gitara
dalmışım. Annemle de çok şiddetli kavga etmiştik ve kavganın sonu klasik benim
''ben müzisyen olacağım sikeyim sınavını da çarkını da çalışmıyorum lan'' gibi
demeçlerimle son bulmuştu. Komşuya bir yere mukabeleye gitti. Geri geldiğinde
saatler geçmiş olsa bile hala çalıyormuşum ve farkında değilim. İnsan gerçekten
olmak istediği yerde olunca, yapmak istediği şeyi yaparken zamanı fark
edemiyor. Beni bir 15 dakika izlemiş. O kadar meşgul olduğumdan onun geldiğini
fark etmedim bile. Ve yaygarayı kopardı. Babama bağırmaya neredeyse terbiyesini
kaybetmeye bile başladı. ''Senin eserin bu çocuk... sen zamanında şöyle demedin
mi... sen de aynısı değil misin... bu sevda nereden geliyor sanki...'' Babam
çocuk duymasın sus dedi anneme. Ama bunu bağırarak söylediği için duymuş
bulundum. Koştum. Neyi duymayacakmışım? Babam usulca bana baktı ve gözlerini
kaçırarak '' Kütüphanenin üzerinde, kırmızı kaplı'' dedi. Koştum baktım.
Kırmızı bir kılıfa yerleştirilmiş bir kaset. Ama üzerinde sanatçı ismi, hiçbir
şey yok. Demek ki boş kaset ve babam içine bir şey kaydetmiş. Kılıflı olduğu
için değerli olduğu da açık. Teybe taktım ve dinledim. Ne yalan söyleyeyim, ne
hissettim bilmiyorum. Daha çocuk olsam belki ağlar belki orayı burayı yıkardım
ama. Sanki en başından beri biliyormuşum da sadece yüksek sesle söylenmiş gibi.
20 yaşında ölen birinin 70'inde gömülmesi gibi. En başından beri açıkça
belli olan bir şeyin ispatı.
Kasette babamın sesi vardı. Ama bu sefer
konuşuyor yahut şiir okuyor değildi. Şarkı söylüyordu. Gittim yanına. Gayet
kibar bir şekilde bu kayıtları nasıl aldığını sordum. Enstrümantal müzik
kasetleri almış birkaç tane. Sözler yazmış kendince. Valkmanden kulaklıkla
müziği dinlerken üzerine söylemiş şarkısını. Aynı anda müziği de sesi de denk
getirip bir başka kasette de kayıt etmiş. Ne zaman yaptın bunları dedim.
Lisedeyken, bitirince, yurtta. Annem için. Hocayken. Benim şu an kendi kendime
instagram için şu için bu için yaptığım şeyin aynını babam bundan tam 30 sene
önce aynen o da bu yaşlardeyken elindeki imkanları en iyi şekilde kullanarak
aynen benim gibi tüm baskılara rağmen yapmış. Benim yaptığımla mukayese
edilemez ama fikir, arzu ve imkanlar aynı. Grup bile kurmuş ulan. Gece Kuşu
ilahi grubu. İlahi veya başka bir şey, müzik müziktir. Rock grubu kuracak hali
yok ya cemaat yurdunda. Doğduğumdan beri her şarkı söylediğimde yüzüme bok
görmüş gibi bakan, her kulaklık taktığımda bırak bu şeytan icatlarını diyen,
her fırsatta elinden geldiğince beni bu yoldan vazgeçirmek isteyen babam bütün
bunları yapmış işte. Ulan adam ben doğduğumdan beri bana rol yapmış, rol
teorisinin amına koymuş be. Neden? dedim. Haram dedi. Kendisi kendi içerisinde
bu mücadeleyi yaşamış demek ki ve dinine daha sıkı bağlı olduğu için dinini
seçmiş. Eğer cemaat olmasaymış şu an müzisyen babam vardı. Vay yolunu yordamını
sikeyim. Ve git gide büyük ihtimalle bu içinde kalan gençlik uktesinden nefret
etmeye ve bende ona dair her iz gördüğünde öfkelenmeye başlamış. Bilmiyorum.
Belki ben çok fazla abartıyor ve olaylar bu kadar dramatik olmasını
istediğimden buna yoruyorumdur. Gerçekten bilmiyorum. Bu hususu daha fazla
kurcalamanın ve derinlere dalmanın lüzumu yok. Bu kadar şiirden ve şarkıdan
bahsettikten sonra, buraya bir baş yapıt bırakıyorum. Attila İlhan'ın enfes
şiiri. İbrahim Sadri okuyor ve bütün haşmetiyle Cem Karaca şarkısını söylüyor.
Bu 3 isim de kendi alanlarında en iyileri. O yüzden daha fazla konuşmaya gerek
görmüyor ve seni bu muhteşem dinletiyle baş başa bırakıyorum. https://www.youtube.com/watch?v=BjBuuGnDqOQ
2 Mayıs 2023 Salı
Melankoli Senfonisi I
Eğer
kulaklığın veya rahat müzik dinleyebileceğin bir ortamın yoksa bu yazıyı
okumanın bir manası yok. Git bir şunu dinle gel önce : https://www.youtube.com/watch?v=U5TqIdff_DQ
Taa ra raa ra raa
ram. Ra ram ra am. Taa ra raa ra raa ram. Taa izzetini itibarını sikeyim böyle
hayatın. Giriş şarkısını ecnebi ve yüksek modda seçtim çünki git gide daha
derine gömüleceğiz bu yazıda. Merhaba. Gerçekten mükemmel geçen bir günün
ardından şiddetle bir şey yazma heyecanı hissettim bir iki gün evvel. Kaç
zamandır da gereksiz edebi yazılar hariç şöyle adam akıllı oturup
konuşmamıştık. Kitap uzunluğunda bir yazı ile karşındayım. En azından öyle
olmasını ümit ediyorum çünkü konuşacak çok şey var. Ve zannediyorum uzun bir
süre için bundan böyle yazı falan da gelmeyecek buraya. Sezon finaline yakışır
şekilde hayatımı anlatacağım. Ama öyle boş boş asker anısı muhabbeti yapmam
biliyorsun. Şimdiye değin ‘’sonra’’ dediğim bütün konuları işliyorum bugün
Melankoli Senfonisi adı altında. Efendim senfonimiz yazarken ekstra dahil
edeceklerim hariç 5 ana bölümden oluşur. Hiçbir ana fikri yahut bilimsel
geçerliliği yoktur. Hayatınıza hiçbir şey katmaz aksine kötü etkileyebilir
belki. Senfoniyi seyretmeye şortla gelmek yasaktır. Çocuklarınızı ve bilimum
ses çıkarabilecek tüm canlı varlıklarınızı lütfen evde bırakınız. Teşekkür
ederiz.
SERİM
1. Bana bir masal anlat baba.
Ne muhteşem bir Yeni Türkü şarkısı öyle değil mi? Vay be.Yeni Türkü’yü diğer bütün sanatçıları olduğu gibi geç tanıdım. Yani tek işi köstekli saatine arada bir bakıp sallanan sandalyede gazete okumak olan yaşlı dayılar gibi fetva vermek istemem ama; eskiler bir başka be, he. Hepsini dinleme sadece hafıza tazelenmesi olarak o efsane flüt melodisini hatırlaman için bırakıyorum buraya : https://www.youtube.com/watch?v=SHrKl0HMeQ4
Geçenlerde
tüm efsane denilen şarkılarını toplayıp yeni sanatçılara ‘’hadi bir de siz
söyleyin len’’ dercesine bir albüm yaptılar: Zamansız.
Bu albümden öğrendiğim çok çok önemli bir şarkı var. Çember. Şarkıyı bir yerlere kaydet daha sonra mutlaka dinlersin. Şimdilik şu röportajı izle: https://www.youtube.com/watch?v=u8i9Rn4FkW4
''Herkesin özel hayatında olduğu gibi bir Yeni Türkü şarkısı özel hayatımdaki bazı dönemlerin film müziği gibi kafamda çalar''.
Şimdi bu cümle çok önemli buna geri döneceğiz ama Derya Köroğlu deyince Murathan Mungan ile olan aşklarını konuşmamak mümkün değil. Homofobik bir insan değilim aksine çok da desteklerim. Ancak bu aşkı bana ilk anlatan sığır arkadaşım her 5 saniyede bir anırarak güldüğü için ve o sıralar mağara adamlığı sürecim henüz bitmediği için bu aşk muhabbeti beni fazlasıyla üzer.
Aynı şeyi Dumbledore'un gay olduğunu öğrendiğimde de
yaşamıştım. Daha sonra bu aşkın hiç yaşanmadığını her şeyin efsane olduğunu
öğrensem bile bu, bu şekilde bir leke olarak kaldı nedense. Böyle insanlardan
nefret ediyorum. Hayatı zindan eden kişiler. Travma etkisi. Mustafa Ceceli'nin
''Eksik'' şarkısı çalıyordu yıllar önce bir kafetaryada. Neydi işte sözler.
Omzumda başın eksik, yatağımda kokun. Tenimde tenin eksik vesaire vesaire şarkı
böyle güzel güzel akarken, eksik, eksik, eksik, yan tarafımda oturan davar
arkadaşım ''Götündeee delih eksih snııf snııf hihaaahğhaa'' diye bağırmıştı.
Lanet olsun ona. Hoş, Mustafa Ceceli dinleyecek ne vaktim var ne kendime
saygısızlığım ama insan üzülüyor işte. Neyse baştaki cümleye geri dönelim.
Cümle kelime kelime analiz edilmeli bence çünkü doğaçlama bir cümle bu. Doğaçlama
olduğunu konuşma biçiminden ve aradaki tutukluktan anlamak mümkün ve bu onu
daha da güzel kılıyor. Beni çok üzdü bu söz ilk duyduğumda çünkü benim yakın
zamana kadar hayatıma dokunan bir şarkı olmadı. Hiç mübalağasız, müzik
dinlemeye tam olarak 6 yıl önce başladım. İlk dinlediğim şarkıdan, ilk
röportajını izlediğim sanatçıya kadar her şeyi biliyorum. Bu normalde mümkün
değildir, çünkü ''ilk dinlediğin şarkı ne?'' sorusu gayet saçma bir sorudur.
Ben bilebiliyorum çünkü bizim evde müzik katiyyen yasaktı, diğer birçok şey
gibi. Bir gün Hüseyin geldi yurda. 7. sınıftaydım. O o zaman liseydi ve bir kız
arkadaşı onun tabletine bir şarkı yüklemiş. Tablet de devletin dağıttığı
tablet, facebooka bile girmiyordu ama biz genç hackerlar halletmiştik tabii.
Getirdi ve seninle bunu dinleyeceğiz dedi. Ahan da şarkı budur: https://www.youtube.com/watch?v=DA9WhYgzxVM
Dinlediğim an. Yılan sokmuş gibi. Hatta dur. Yüzümde
14 yaşındaki ergen kızın ilk alkol aldığındaki gerizekalı mutluluk. Ama yasak
bu. Ama çok güzel. Ne yapacağımızı bilemedik. Ben gittim abdest alıp namaz
kıldım 2 rekat. Hüseyin de ben daha fazla vicdan azabı çekeyim diye bir video
bulmuş onu izletti bana. Allah aşkına şu videonun şu saniyesinden 1 dakika
kadar izle : https://youtu.be/OUdRxv5D-co?t=126
Gülmekten ağlayacağım cidden. ''vay yu lisınink, musik haraaam''.
Altıma sıçmıştım o bunu izlettiğinde korkudan. Allahım ben
napıcam allam ben napıcam deyu sabaha kadar ibadet ettim. Ama aklımda tek bir
şey vardı gizliden gizliye. Müzik çok güzel bir şey. Yani hani birine cidden
bir şey hissettiğinde böyle bir için titrer korkarsın ya. Yasak olan bir şeyi
yaparken engel olamadığın o gülümseme ve müthiş haz. Ademin elmayı yemesi.
Müzikle resmen tanışma anımdır. Daha öncesinde müzikten tam anlamıyla uzak
değildik. Türk Sanat Musikisinin bir alt dalı olduğunu çok sonradan öğrendiğim
Tasavvuf Müziği ve onun birazcık daha moderni olan ezgiler. Ezgi şudur.
Bildiğimiz şarkı. Ama şarkıyı yapan müslümanlığı ile bilindiği için ve şarkıyı
yaparken ya muhammed ben burda aşk şarap falan dedim ama hep senin için valla
diye dua ettiği için biz müslümanlar bu ezgileri dinleyebiliyorduk. Tarkan
şarkısındaki kanun ud cehennemlikken bu ezgilerdeki elektro gitarlar bile
müslümandır bizim için. Babamın çok ciddi bir kaset koleksiyonu vardı. Daha
yeni öğreniyorum ki babam büyük bir müzik hayranıymış. Bu konu çok derin bir
konu. Buraya başka bahiste yine döneceğim. Bu koleksiyondan ben de fazlasıyla
yararlandım içimdeki müzik ateşini söndürmek için. Şu an bile yıllar sonra
kafamda 500-600 şarkılık bir repertuvar çıkarırım oradan hala. Bu kasetlerde
bir de benim seslerim var o zamana dair. Ezan mevzusunu bahsetmiştim zaten daha
önce. ''Hadi oğlum bak kaset bitiyor''. Babam beni çok severdi. Ben de bunu bal
gibi bilirdim. Yani benim gözümde o; dünyanın en güçlü, dünyanın en zengin,
dünyanın en büyük adamıydı. Bitmeden bir şiir molası vereceğiz bu bahis. Ama
dur şimdi dikkatin dağılmasın toparlıyorum. O zamanlar bana birileri bir şeyler
öğretirdi ve ben her çocuk gibi bunların hepsine inanırdım. Sorgulama ve şüphe
duygusunun başı öyle küçük yaşta ezilmişti ki bir kez olsun acaba bu inandığım
şeyler yanlış mı diye düşünmedim tüm zekama rağmen. Çünkü ben onlara inandığım
için, ben şarkı dinlemediğim için, ben iyi bir müslüman olduğum için babam beni
seviyordu. Huzur dediğimiz kavram gerçekten o zaman vardı. İnsanın, kimle
tanışırsa tanışsın, ne kadar asi olursa olsun, yaptığı şeyleri ailesinin takdir
etmesine ihtiyacı var. O kadar büyük bir kavram ki aile. Bu konuda nankör
olmayacağım çocukluğum bu anlamda harika geçti. Ama sadece çocukların ihtiyacı
yok anneye, babaya. Sadece çocukların ihtiyacı yok ağladığı zaman koynuna
yatacak birisine. Sadece çocukların ihtiyacı yok sevgiye. Özellikle yalanla bu
kadar haşır neşir olmuş olan benim, birisinin beni sevdiğine, birisinin beni
bırakmayacağına inanmam çok zor. Ben de böyle bir şeyi kimseye vaat etmem,
edemem. Bundan sonra ne ailemden ne bir başkasından zaten sevgi beklentim
olamaz ama ileride bir gün bir gece yarısı uyuyamaz ve babamı aramak istersem
diye korkudan tir tir titriyorum. Duygu fazlalığı her zaman zarar ama geç
olmadan sevdiklerine sarılmanda fayda var. Ben babama uzun yıllar önce son kere
sarıldım. Ama keşke son olduğunu bilseydim. Şu an sarılmak istemiyorum. Geçti
çünkü o dümen. İnsanların gerçekten ölmesi gerekmiyor gördüğünüzde ondan
korkmanız için. Şu an hiçbir şey hissetmiyorum, daha sonra da etmeyeceğim. Ama
keşke son olduğunu bilseydim babam bana en son sarıldığında, en son elimi
tuttuğunda, en son masal anlattığında.
Söz verdiğim şiir, mutlaka dinle: https://www.youtube.com/watch?v=DZ26d8P3Sf4
28 Temmuz 2022 Perşembe
Olur Öyle
22 Temmuz 2022 Cuma
Baba Ben Müzisyen Olmak İstiyorum
Buz tutmuş ellerim dokunur boşluğa
Kucaklar taş gibi göğsüm yokluğu
Islak ve uyuşmuş gözlerim
Dalar sonsuzlara
Ner'de bende o yürek,
Ner'de nefesim?
Ner'de o eski,
Kahrettiğim günlerim?
Ner'de o ben bendeki,
Ben ner'deyim?
Hani şiir yazarken,
Kırılan o kalemim?
Şiir yazmayı bıraktım. Sair zamanda bir işi neden yapıyor olduğumu da neden bir anda sonunu getirdiğimi de bilmekten aciz olurum. Zannediyorum hayatı öylesine yaşamaya o kadar alışık hale gelmişim ki bir şeyler-ki genelde hayatımı derinden etkileyecek büyük ultimatomlar yahut sonrasında kafamı duvarlara vuracağım hatalar- kendi kendine cereyan etmeyince, laf aramızda ''öylesine oluvermeyince'' ve benim irademe kaldığında ne yapacağımı şaşırıp öyle'ce kalakalıyorum. Lafın kısası şiir yazmayı bıraktım ve bu karar işte öyle'ce kendi kendine gelişen bir bıkkınlık ve kötü ruh halleri silsilesiyle gelişti. Ne zaman'ını ya da ne yüzden'ini hatırlamıyorum. Korkum işte aynı bu ahval üzere şu zoraki ve bazan da pek kıymetli bir hanımefendi için yazmağa gayret ettiğim manzumelerimin de bir anda sonunun gelmesi. Ara ara yukarıdaki gibi tabii ki bir şeyler karalamağa gayret ediyorum ama sanıyorum insanın her zaman bir ateşleyici fitile ihtiyacı oluyor. Yukarıdaki dörtlükler- adam sen de neresi dörtlük bunların alt alta sıralamışsın işte- herhalde iki yıl kadar önce bir şarkı yazmağa kalktığımda ortaya çıkan sözlerdi. Ekseriyetle, bir şey yazdıktan birkaç ay kadar sonra dönüp tekrar ona baktığımda ilk haline nazaran oldukça itici, haiz; laf aramızda yaşlı, memeleri dizine kadar sarkmış ve bir o kadar da çirkin ve bütün bunların üzerine de çırılçıplak bir kadını görsem yahut görmeyi tahayyül bile etsem nasıl duygular hissedecek olsam işte aynen öyle bir minvalde rahatsızlık verici geliyor. Ama niyeyse üzerinden bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen bu yukarıdaki sözlerimi tekrar tekrar gün içerisinde, özellikle bu günlerde, aklıma getiriyor ve sözlerin içindeki anlamları ,sanki bambaşka biri yazmışçasına, anlamağa çalışıyorum. Eh ne yaptım ettim, sanıyorum bir şekilde yine övdüm kendimi gizliden de olsa.
Bütün bunları şu sebeple söyledim. Yazmakta olduğum bir süredir uzun bir yazı var. Ama aynı şiir yazmayı bıraktığım zamanlardaki gibi bir koku duyuyorum havada ve bu kokuyu bastırmak için geçici de olsa bir şeyler yazıp sana okutmak istedim. Başlıkla yazının birazcık da alakalı olması için son günlerde yaşadığım -spesifik bir durum olmasa da genel olarak yaşamakta olduğum- bir durumu anlatayım.
Üniversite sınav sonuçları açıklandı. Tanrıya şükür -sanıyorum böyle nadir durumlarda şükretmek gerekiyor- sonuç hiç beklemediğim kadar iyi. Zira bir sene boyunca en yakın arkadaşlarıma- çoğul eki kullandığıma bakma arkadaşlarım diye genel bir durum yok- bile çok sıkı ders çalıştığımı söyledim. Ama yalandı ve tabii ki en başta kendimi inandırmıştım. Tek amacım kendimi o veya bu sebeple Istanbul'a atmak, önce içimdeki bu hasreti söndürmek, daha sonra gerekirse çöpten kağıt toplayıp- ki yapmadığım bir iş değil- konservatuvara girmenin yollarını kovalamaktı. Bu sebeple ne sınavı ne de gelecek sonucu önemsiyordum. Şaşırtıcı olan ise işte bu hiç kalem kıpırdatmayışımın üzerine iyi olan bu serencam üzerine ne tepki vereceğim idi. Bütün akrabalarım ve anne, babam arasında bir ''bu çocuğu nereye yerleştirelim de hayatını piç edelim'' tedirginliği başladı. Tabii ki benim ciğerimi bilen ''en azından diğer kandaşlarıma nazaran daha fazla beni tanıyan'' babam uzun bir sükunetin üzerine sessizliği bir telefon ile bozdu. Ben hepsine Türk Dili ve Edebiyatı okuyacağımı söyleyip konuyu kendimce kapatmıştım. (Hakikaten Türkçe'yi arzuluyordum da zaten, ne kadar sevdiğimi bilirsin) Ama bu konservatuvar hikayesinden kimseye bahsetmemiştim. Sadece birkaç sefer babama gizliden haber verdim. ''Konservatuvar sınavlarına nasıl girilir?'' gibi aramalar yaptım telefonundan ve geçmişi silmedim özellikle. Her neyse, bana, madem öğretmen olmak istiyorsun üniversiteler arasında fark yok nasıl olsa kpss'ye gireceksin Istanbul masraflı olur, dedi. Ben de bu yemi yutmadan, ona öğretmenliği değil direkt bölümü okuyacağımı ve iyi bir üniversitede akademik olarak iyi yükselebileceğimi söyledim. Istanbul olmak zorundaydı. Tekrar problem olamazdı bu konu, artık suyu çıkmıştı. Şifreli konuşmaktan sıkılmış olacak ki- ki hiç adeti değildir- dümdüz şöyle bir diyalog geçti aramızda:
- Istanbul'u istemekteki amacın hakikaten bu mu yoksa bir şekilde kapağı oraya atayım mı diyorsun? Hala müzik planları var mı?
(yaklaşık 10 saniye bir sessizlik ve ''eee''lemeler sonucu)
-Yok, onlar eskide kaldı.
-Var yani, ne diyeyim yolun açık olsun!
''Yolun açık olsun!''. Bu cümleyi babamdan onlarca kere duydum şimdiye değin. Ama hepsinin altında yaklaşık şöyle bir alt metin bulunuyordu hep:
-Defol git, allah belanı versin,ne bok yersen ye ve bir daha gözüme gözükme, sen nasıl benim evladım olabilirsin ki? vs. vs.
Ama bu sefer öyle değildi. Bu sefer gururluydu ve mutluydu böyle bir oğlu olmasından. Bu sefer gerçekten yolum açık olsun'du. Baba ben müzisyen olmak istiyorum, dedim. Olabilir, dedi. Bilmiyorum, bir başkasına veya sana çok normal geliyor olabilir bu cümleler hak veriyorum. Youtube'da sma hastası bebek reklamı gördüğümde ne kadar tepki verirsem ben de başka biri bunları yazsa anca o kadar tepki veririm. Ama benim için önem arz ediyor, hem de çok.
Hadi burada bitireyim çünkü anlık da olsa gelen yazma hevesimin hepsini bir anda harcamak hiç doğru bir hareket olmuyor çoğunlukla. En kısa zamanda diğer yazı da gelecek (bu yüklem haberle değil dilek kipiyle çekimlenmiştir)
9 Nisan 2022 Cumartesi
Avareyim
"Yanından geçen küheylanların korku tufanına yakalandığı, siyah gözlerine beni de götür".
-Küheylan ne demek hocam, hani at ama nasıl bir at?
-İşte öyle bir at.
Yıllar önce akıl üstadım ile aramda geçen hoş bir muhabbet bu. "Öyle" derken elini iki yana açmış, gözlerine tavana dikmiş ve dudaklarını büyütmüştü. Zaman zaman ona kelimeler sorardım, eskiden. Eskiden, hâlâ kelimelere değer verirken. O, benim geçtiğim yollardan çok defa geçmiş olsa gerek, önem vermezdi bu süslü kelimelere.
"Yemliha bu kadar abartma bu adamları, yazıp geçmişler işte. Sen de yazarsın"
Normalde yazamayacaksam dahi bu sözün üzerine yazmaya başladım. O günlerden bana kalan tek şey bu.
Fetret Devri
Vaktim kısıtlı. Yarım kalacağını bile bile yazmak istiyorum. Çünki bazan gelen hisler başka zaman hiç uğramıyor kapıma. Her ne kadar ilhama inanmasam da bazan basiretimin bağlandığını hissediyorum. Eğer çok geçerli bir bahanem yoktuysa sinirimi bozuyor bu hayatımdaki sekteler. İnsanlara zerre değer vermezken bazılarına ise çok büyük pozitif ayrımcılıkta bulunuyorum. Ne kadar hüsranla sonuçlanırsa sonuçlansın ısrarla deniyorum işte. Yazdığım ve sarf ettiğim her sözcüğe olağanüstü bir ihtimam gösteriyorum ki ileride dönüp şu günlerime baktığımda, eğer hafızam da biraz gerilemişse neler hissettiğimi ve yaşadığımı tam olarak anımsayabileyim. Tek duam bu anlık durgunluklarımın git gide alışkanlık haline gelmemesi. Çünki tek meziyetim olan bu yazmaya da küsersem artık benden geriye hiçbir şey kalmayacak.
İnleyen Nağmeler
Bir Türk Musikisi edası var bu sabah, üzerimde. Aklımda birkaç kelime. Istanbul, nihavend ve Münir Nurettin Selçuk. Ve "Katibim" şarkısı. Ve "Istanbul'da Bir Kış Sabahı". Ve "Hep Kahır". Buruk da olsa bu kadar karmaşık duygulara sahip olmak benim de çocukça hakkım işte. Sebebini biliyorum bu mutluluğun. Bir telefon. Istanbul'dan, kaldırımlardan, Kadıköy'den, Üsküdar'dan ve hatta Esenler'den haber getiren. Bir ses. Martıların sesi, vapurun düdüğünün, caddelerdeki rüzgarın sesi. Bir kız. Elif'im, nazım, niyazım. İrem'im, beyazım. Düşlerimin prensesi, hayal çocuklarımın annesi. "Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı". Hırsızlığa da değen ve hem de hırsızlık eden o sesin sahibi. Hayalimdeki efsunlu sesi bir hoş, kendi bir hoş. Bir şeyler eksik, bir şeyler çok fazla. Hatta bir şeyler ne eksik ne de fazla. Tam hatırladığım gibi her şey ve tam da hatırlayamadığım gibi hiçbir şey. Istanbul sakini, kar güzeli. Unuttuğum onlarca duygu seli. Ve ezbere bildiğim onlarca şarkı gibi. Biraz pembe yalanlı, biraz hüzün kovanlı. Geçirdiğim yılların bütün özlemi, bütün iç çekişi. Bütün kadınlar, bütün sevdalı yollar, bütün ütopyalar. Menekşeler, hatmiler, mahalle duvarına çiziktirdiğim harfler, inleyen nağmeler.
2 Mart 2022 Çarşamba
Mevlam Gül Diyerek İki Göz Vermiş
Nedensizce öfkeliyim. Nedenini yahut nasıl geçeceğini bilmiyorum. Ona buna aptal diyorum ancak kendi zekamı ispat edecek hiçbir girişimde de bulunmuyorum. Boşa geçiyor hissi sarıyor sürekli beynimi. Sair zamanda da mükemmel olduğumu iddia ederek sahte kahkahalar atıyorum ona, buna. Herkesten nefret etsem de herkes için yaşıyor, bir başkası için giyiniyor ve yine başkaları için güzel kokular sürünüyorum. Şüphesiz toplumda bir değerim var. Ama gözlerimin önünde bu değerin eridiği de aşikar. Yükseltmek için rasyonel bir şey yapmadığım gibi günü kurtaracak yalanlar söylüyorum. Bu yalanlar güncel çevrem için tatmin edici olsa da esasında karakterimin temelini çürütüyor. Sil baştan bir karakter yaratmak için fazla yaşlıyım. Ama mevcudu muhafaza konusunda da pek bir başarısızım. "En büyük dostum benim; en büyük dostum, benim". Ta 13-14 yaşlarımda kurduğum bu cümleyle iftihar ederdim eskiden. Şimdi ise bir zamanlar aşık olduğum bu yalnızlıktan tiksiniyorum. Ömrümün sonuna kadar bir kantin masasında yazılar yazmak istemiyorum bir başıma. Bu halimi biraz fark edip kıçı kırık motivasyon konuşması yapanları ise öldürmek istiyorum. Bilmiyorum. Yoruldum.
İnsan Neyle Yaşar
Bilim insanı değilim ve zannederim olmayacağım. O kadar özverili değilim. Takdir edilir ki yazıp çizdiklerim de bilimden epeyi uzak. Düşüncelerim antik çağlarda ilahi kabul edilirdi ama günümüzde sadece yalnız bir adamın boş meşgalesi. En başta bunu kabul ettiğimi belirtmem lazım ki peygamberlik iddiam olmadığı anlaşılsın. Sözlerimi bilim ışığında desteklemeyi ve olası bir münakaşada ayaklarımı yere sağlam basmayı isterdim. Bunun yerine bilimcilerin işlerini daha keyifli yapmalarını sağlayacak sanatçı olmak; gözüme hep pek daha hoş gelmiştir. Bir taraftan da cemaat kurup bütün aptalları kendime biat ettirme düşüncesi de zihnimden geçiyor zaman zaman. Bu denli aptal olmaya harcadıkları vakti, evimin altındaki zindanda zincirlere bağlı, çarklarda koşarak elektriğimi üretmelerine yönlendirmek daha akılcı olurdu.
İçimdeki Melek
Neden sonra uyandım. Göz kapaklarımı aralamaya çalışırken sancılı sanrılarımdan arınarak; iki hüzme gördüm ışıktan yahut ruhtan ve apaçıktan...
-
Tanrıtanımaz değilim. Eğer öyle düşünüyorsa, tanrı beni hiç tanımamış diyebilirim. Çünkü ya ben tanrının çocuğu değilim, ya da o evlatların...
-
Bunları daha önce hiç kimseye söylemedim. Sır tutmak konusunda berbat olsam dahi, içerimde her zaman en engin merhametleri gazaba çevirecek...